13 Şubat 2016 Cumartesi

II. VİYANA KUŞATMASI



Viyana kuşatması 1683 yılında yaşandı. Bu kuşatmanın üzerinden 3 Yüzyıldan fazla zaman geçti. Bu coğrafya bu kuşatmadan sonra çok sayıda acılar ve savaşlar yaşadı. Örneğin külleri henüz kurumamış olan 1. ve 2. Dünya savaşını yaşadı. Gerek Avusturya ve gerekse Batı Avrupa’nın Katolikleri çok büyük acılar yaşadılar. Ancak ne hikmetse bu acılar fazla öne çıkarılmaz, 2. Viyana kuşatması sanki daha yeni yaşanmış gibi güncel tutulmaya çalışılır. Bu güncellikte de Bektaşliği çağrıştıran Yeniçeri tehlikesi öne çıkarılır.

Viyana’nın iç semtlerinden Kahramanlar meydanında bir Avusturya kahramanının temsil edildiği heykelin ayakları altında 2 Yeniçeri askeri tasvir edilmektedir,

Avusturya’nın en büyük kilisesi olan Stephans Dom kilisesinin duvarında bir Papaz’ın bir Yeniçeriyi ayakları altına aldığı kabartma tasvir edilmektedir.

Avusturya Askeri Müzesinin girişinde mermerden yapılan bir heykelde bir komutanın ayakları altında bir Yeniçeri askerinin kesik kafası bulunmaktadır.

2. Viyana kuşatmasının 3. Yüzyılında Papa 2. Johannes Paul, Viyana’yı ziyaret ederek Kara Mustafa paşanın otağının bulunduğu Kahlenberg tepesinde yapılan Kiliseye ‘’Çok şükür buralar İslam toprağı değil’’ anlamına gelen bir tabela astırmıştır.

Viyana’nın her yerinde 2. Viyana kuşatması sanki yeni yapılmış gibi anıtlar, yazıtlar, işaretler, izler güncel tutulmaktadır.

Viyana’da bulunan Askeri Müze de 1. ve 2. Dünya savaşlarının artıklarından ziyade 2. Viyana kuşatmasının izleri sergilenmektedir.

Okullarda 2. Viyana kuşatması Osmanlı kuşatması olarak değil Türk kuşatması ‘’Türken belagerung’’ çok aktüel olarak anlatılmaktadır,

Viyana kuşatmasında halkı isyana teşvik eden bir papaz, Papa 2. Johannes Paul tarafından Aziz olarak ilan edilmiştir.

Bütün bunlar yan yana getirildiğinde tarihte sıradan bir olay olarak geçmesi beklenen bir kuşatma eğer başarıya ulaşmış olsaydı Osmanlı doğal olarak dini bir reforma gitmek zorunda kalacak ve bunun getirdiği sonuçlar itibarıyla dünyanın haritası çok daha değişk olacaktı. Yavuz’un Osmanlı başına sardığı Emevi içtihatı olan Hilafet belası dolayısı ile Kara Mustafa Paşa, saraya yakın Emevi taraftarları vasıtası ile kellesinden olacak ve halen de genellikle öyle bilinen şekilde tarihe yanlış yansıtılarak Osmanlının Emevi İslamı Hilafeti belasından kurtulmasının önü kapatılmış olacaktı.

Emevilerin getirdiği İslam Anlayışına, Arap İslamı veya Araplara özgü bir İslam diye değerlendirme yapan anlayışları sorgulayıp, bu İslamı Hilafete büründürüp Çaldıran’da Şah İsmail ile yaptığı savaş sonrası Osmanlının başına bela eden Sultan Yavuz’u başka açılardan da irdeleyebiliriz. Bunun için önce Arap kavimlerine kısaca göz atalım.

Bir çok insan Arap coğragyasına ve onların yaşadığı sefil yaşama bakarak İslam dinini Araplarla özdeşleştiriyor. Bu büyük bir yanılgıdır. Tarih sayfaları, Arap kavimlerinin dünyanın en büyük medeniyetlerini oluşturan bir çok açıdan son derece dinamik bir toplum olduğunu gösteriyor. Arapların yaşadığı alanlar olan Kuzey Afrika, Mısır, Arap yarımadası ve Mezopotamya coğrafyalarına baktığımız da, İslamın bu topraklara egemen olmasında sonra tahribattan kurtulan verilerle bunun kanıtlanması mümkündür.

Dünyaya damgasını vuran dünyanın en büyük medeniyetleri ve harikalarının çoğu bu coğrafyada yaşanmıştır. Mısır Piramitlari, Babil Kulesi, Bağdat’nın Cennet Bahçeleri bunun için örnek gösterilebilir. Ayrıca Helenist medeniyetlerin oluştuğu Ege topraklarına, Tarihi İpek yoluna coğrafi olarak yakın olması gibi dünyanın diğer önemli şaheserlerini yaratan medeniyetlerden de coğrafi olarak uzak olmaması faktörleri bir araya getirildiğinde, üstü toz kaplamış fotoğrafı sezinlemek mümkün olabilir. Bunun yanında bütün dünya arkologlarının ve teologlarının uzun yıllar üzerinde kapsamlı olarak çalışmalarına rağmen ne yapımı, ne de gizemi üstünde ki perdelerin aralan(a)madığı Mısır Piramitlerini göz önüne aldığımızda eski Arap medeniyetlerinin boyutu hakkında tahminde bulunulabilir.

Arap dil(ler)i de eski tarihlerde son derece zengin bir dildi. Bu dille pek çok aktarım kolaylıkla sağlanabiliyordu. Araplar bu dil sayesinde dünyanın en büyük medeniyetlerini meydana getirmişlerdi. Bu dil sayesinde en güzel edebiyat yazıları yazılmış, en güzel şiirler kaleme alınmıştır.

Eski Arap toplulukları bu dil(ler) sayesinde bilimde, matematikte, astrolojide, tıb’da harikalar yaratmıştı. Bu dil sayesinde şakıyarak coşkulu müzik yapılabilmiş, ve bu dil sayesinde kıvrak halk dansları sergilenebilmişti.

Ancak dünyada oluşturulan tüm büyük uygarlıklar gibi bu coğrafya da bir süre için dinlenmeye çekilmiş ve tarih sahnesinde ki etkinliğini geri plana almıştı.

Halife Ömer döneminde 635 – 645 yılları arasında bu medeniyetlerin artıklarının depolandığı en büyük kütüphaneler yakılmış, yıkılmış, ve belgeleri haftalarca hamamlarda yakıt olarak kullanılarak eski medeniyetlerin üstü örtülmüştü. Tarih notları Halife Ömer’in döneminde İskenderiye’de bulunan 400 bin civarında ki belgenin bu şekilde hamamlarda küle döndürüldüğünün ağıtını yakmaktadır.

Bugün dünyanın her neresine bakarsak bakalım şehirlerle kırsal bölgeler arasonda ciddi bir farklılık görmekteyiz. Kentler genelde otorite ve hiyerarşiyi temsil ederken, taşralar genellikle feodal geleneklerin etkin olduğunu göstermektedir. Kentlerde kurallarını beylerin ve kralların koyduğu göreceli bir düzen görülürken, taşra daha ziyade tarım ve hayvancılığın kendine özgü şekillendirdiği özelliklerle öne çıkıyordu. Ve doğal olarak taşra da kanunlar daha gevşek uygulanıyor, beylerin ve kralların otoriteleri daha az etkin oluyordu. Bu fotoğrafa kente uyum sağlamayan veya merkezi otorite ile sorunlu olan ancak otoriteye baş kaldıran kesimleri de dahil ettiğimizde merkezi otoritenin dinamizminin önce taşra da sorgulandığını ve ona baş kaldırıldığını görürüz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder